Herşeye Rağmen…

Değişimlere direnmek yerine, teslim olmak.

Bırak hayat sana rağmen değil, seninle beraber aksın. “Düzenim bozulur, hayatımın altı üstüne gelir” diye endişe etme. Nereden biliyorsun hayatın altının üstünden daha iyi olmayacağını? Bir çoğunuz Şems-i Tebrizi’nin bu sözünü bilirsiniz. Değişime direnmek yerine teslim olmak.

Zaten olması gereken olmuyor mu? O zaman neden bu oldurma çabamız? Zorlamalarımız? Israrlarımız? Beklentilerimiz? Hayatla ile akmak, olanı görmek, biraz cesur adımlarla ilerlemek sizce ne demek sahi? Bugün kendinize biraz vakit ayırmanızı ve bu sorularla biraz başbaşa kalmanızı hatta bir adım daha ileri gidip kendinizle sohbet etmenizi öneriyorum. Siz soruları çoğaltabilirsiniz. Serbest kürsü orası. Bu arada hiç kendinizle sohbet ettiniz mi? Saçma gelebilir bir çoğunuza… Ta ki deneyimleyene kadar. Ya da en son ne zaman ettiniz?

O kadar çok uyaran, dış etken var ki günlük hayatımızda kendimizle kalmamıza mani olan. İşimiz, iş arkadaşlarımız, çocuklarımız, ailelerimiz, ülke ve dünya gündemi liste uzar da uzar. Ve biz bu gündemler içinde savrulur dururuz. Düzen böyle deriz. Sana mı kaldı deriz. Elalem ne der deriz.

Şimdi size bir soru daha. Bir yıl öncesine gidin. Bu makale sizi ne zaman bulur bilemem ama denk geldiğiniz zaman diliminden bir yıl öncesine gidin lütfen. Sana son bir yılı yeniden hediye ediyoruz, hadi bakalım diyorlar. Neyi yada neleri farklı yapardınız? Neyi ya da neleri değiştirirdiniz? Davranışlarınıza bir bakın? Kararlarınıza? Herşeye rağmen neyi ya da neleri tutacağınıza bir bakın.

Yıllar önce konfor alanı, kontrolcülük, detaycılık, mükemmelliyetçilik alanında bir eğitimde “herşeyin bir sonu/sonucu vardır. Her sonuç hoşunuza gitmeyebilir ama sonuçlanır.” Denmişti. Şimdi bir düşünün bügüne kadar hiç sonuçlanmayan bir konu oldu mu? Ve asıl konu; direndikleriniz ve akışta kaldıklarınız arasındaki farka bakın. Hangisi sizin için daha kolay, anlamlı ve istenilen sonuçtu?

Herşeye rağmen umuda sıkı sıkı sarılmak. “Sadako”yu okurken bu cümle çok etkilemişti beni. 1943 ile 1955 yılları arasında Japonya’da yaşamış olan küçük bir kızın gerçek yaşam öyküsüne dayanıyor kitap. Kitabın arka kapağında “…. Umut etmeyi unuttuğum zamanlardan utandım. Uçurumun eşiğine gelinse bile nasıl yaşanacağını bilmediğim için utandım. Bence tüm yetişkinlerin, umutlarını kaybetmiş, çocukluğunu öldürmüşlerin okuması gereken bir kitap diye ifade ediyor Zephyra. Umudumu kaybettiğim, uçurum kenarına geldiğim anlarım oldu benimde! İlginç bir tecrübeydi. Küçük bir kasabadan büyük bir şehre göç, dilini bilmediğin bir ülkeye gidiş, anne-baba kaybı gibi konular sıralanabilir elbet. Her birimizin hikayesi kendine özel, kendi gerçekliğinde bir o kadar kıymetli. Kimine göre tekamül. Hakikat şu ki; her birimizi herşeye rağmen tutan bir iç gücümüz var.

Aldığımız onca eğitim, danışmanlık, koçluk vb kendimizi bulmaya ve yolda kalmaya iten işte o iç gücümüz. Farkındalıklarımız her geçen gün artıyor. “Hayatımı gerçekten böyle mi yaşamak istiyorum” sorusu çokca gündemimizde mesela. Yaş almakla da direk ilintili bence! Trajedi, hayatın kısa olması değil; çoğu zaman geriye dönüp baktığımızda gerçekten önemli olanı görememiş ve yaşamamış olmamızdır” diyor Elisabeth Kübler-Ross.

Herşeye rağmen sağlıklı olmak, herşeye rağmen mutlu olmak, herşeye rağmen cesur olmak, herşeye rağmen şefkatli olmak, herşeye rağmen adil olmak, herşeye rağmen özenli ve zarif olmak, herşeye rağmen hayat olmak.

Farklı olma cesareti ile başkalarının eleştirilerine aldırmadan yapmak istediğin bir konuda maharet kazanmak aslında kendimiz olmaktan gelmiyor mu? Bazen de değişmekten gelmiyor mu? Değişim gerçekten cesur bir adım. Düşünsenize artık bazı şeyleri farklı yapıyorsunuz. Mazeretleri hayatınızdan siliyorsunuz. Değişime izin verdiğimizde olan beni, bizi görmek öyle keyifli ki…  Mesela “Ne en güçlü olan tür hayatta kalır, ne de en zeki olanı… Değişime en çok adapte olabilendir, hayatta kalan” diyor Charles R. Darwin.

Benlik bilincinden biz olmaya geçiş de işte o umut ve inançla oluşuyor, çoğalıyor. Önce kendimize sonra çevremize gösterdiğimiz özenle. Tabii ki bazen canımız acıyor, ama düşe kalka büyümüyor muyuz? Ben bu halimle ne yapabilirim ki? Benden olur mu? Soruları bizi yolumuzdan alıkoyan diğer sabotajcılar olabilir mi sizce de? Bu farkındalıkla baktığınızda, kattığınız güzelliği, faydayı inanın görüyorsunuz. İyi niyet, alçak gönüllük, şefkat, zarafet, cömertlik serde varsa inanın oluyor, hem de çok güzel oluyor.

O nedenle de, inanmak gerçekten önemli. Şöyle bir bakın lütfen, inanarak isteyerek neler neler yaptınız, nelerin üstesinden geldiniz? Nasıl bir güzellik kattınız kendinizden? Kendinizi, değerlerinizi, yapabildiklerinizi küçümsemeden azımsamadan ne kadar çok harekete geçtiniz mesela? Yapmam dedikleriniz, benden olmaz dedikleriniz! Hepsi bir bir olmadı mı? Hele o minik adımlarla yapılan yollar, gerçekleşen hayaller! Herşeye rağmen gerçekleşen hayaller!

Su yolunu bulur derler, hepimiz biliriz. Esnektir, şekle girer ve yolunda devam eder. Aslolan akıştır çünkü. Farkındadır akar, hedefe doğru ilerler. Bazen duvarların üzerinden akar, bazen bir çatlaktan sızar. Bazen önüne ne gelirse alır içine. Kendimi çıkmazda ve çözümsüz bulduğumda su gelir aklıma. Hadi derim düşün; farklı neler olabilir? Başka hangi yollar var gidecek? Kime sorabilir kimden destek alabilirim. Ve “mucize” çıkarım içinden çözüm gelir bir şekilde. Bazen istediğim gibi bazen çok da beklemediğim ama çözüm oradadır. Hadi derim devam. Su’yun farkında olarak.

İki genç balık birlikte yüzüyorlarmış. Yanlarından geçen yaşlı bir balık başıyla selam verip “günaydın çocuklar, su nasıl?” diye sormuş. Biraz daha yüzdükten sonra genç balıklardan biri diğerine dönmüş ve sormadan duramamış: “Su da neyin nesi?” David Foster Wallace, Bu Su.

Hani biraz önce dedim ya kendinizle baş başa kaldınız mı, sohbet ettiniz mi diye. Sorun bakalım; “su da neyin nesi?”.

Bazen de sorumluluk almaktan kaçmaz mıyız? Değişim gerektirir çünkü. Suç ve suçlu vardır. Başkalarına atmaya çok meyillenmez miyiz? “Ah, her şey olması gerektiği gibi olsaydı, farklı olurdum” yada “bana fırsat verin, bakın o zaman görün!” veya “ekonomiyi, çevreyi, iş arkadaşlarımızı, ailemizi” suçlar dururuz. İzin vermedi, arkamdan bunu dedi, fikrimi çaldı, o proje benimdi! O kadar konforludur ki orası. Hep onların yüzünden. Peki tüm bunlar olurken ben/biz ne yapıyoruz? Neyin farkına varmamız gerekiyor? Neyi farklı yapmamız, davranmamız veya söylememiz gerekiyor? Etki – tepki ise; başımıza geleceklere karar veremiyoruz doğru ama başımıza gelenlere nasıl tepki vereceğimiz bizim seçimimiz değil mi? Bir de bu açıdan bakın lütfen. Koşulların yönetimi mi, kararların ürünü mü? Hangisi? Herşeye rağmen kendine dönmek ve seçimlerine bakmak nasıl geliyor kulağa?

Ben bu seçimlere birkaç açılım daha eklemeyi öneriyorum. Mesela bunlardan biri herşeye rağmen kendini seçebilmek. Önceliklerini, sınırlarını, hayallerini, hobilerini, bırakman gerekenleri, başlayacaklarını ve korumak istediklerini. Farkında, anda, bilerek ve içten.

Bir diğeri; herşeye rağmen korkularınla yüzleşmek. Korkmasaydın ne olurdu? Neyi farklı yapardın? Neden? Nasıl? Sahi korku ne? Korku dediklerimiz kendi ilüzyonlarımız mı, yoksa mahrum kalmaktan bırakılmaktan mı korkuyoruz? Aslında bizim tehdit olarak algıladığımız korkularımız gerçekten de tehdit mi? Çok soru sorduğumun farkındayım. İnanın bu soruların bir çoğu zihnimizden ve/veya kalbimizden çoğu zaman ışık hızında geçip gidiyor ve biz bir çoğuna cevap vermekten kaçınmayı seçebiliyoruz. Sorular bir başkasından gelince oturup düşünmeye başlıyoruz ya da eskisi gibi ışık hızında geçip gitmiyor. Cevap verirken önce “bilmiyorum” deyip biraz daha saklanabiliyoruz. Halbuki kalite ekibinde çalışan arkadaşlar kök neden analizinden yola çıkarak “neden, neden” diye sorarlar. Veya koç’lar “başka, başka!” diye derinlere inmemize ışık olurlar. Ben de nasıl diye soruyorum? Nasıl olur? Daha iyi veya daha farklı bir yolur var mı? Dr. Kerem Dündar bir sohbette; “Bir sorunun cevabının nedenini bilmiyorsanız, cevabının hiçbir anlamı yok, demiş ve eklemişti. “Dünyanın size verdikleriyle mutlu olamazsınız, ancak siz harekete geçer, dünyaya bir şey katarsanız mutlu olabilirsiniz.” Sizce?

Ben, herşeye rağmen mutluluğu merak etmekte, araştırmakta, kararlı olmakta, odaklanmakta, uyumlanmakta, harekete geçen olmakta, kendime ve hayatıma hep artı bir koyarak hayat amacımı bulmakta, denemekte ve deneyimlemekte, hayal ederek onu inşa etmekte, gurur duyduğum şeyleri yapmakta buluyorum. Tutkum ve heyecanım bazen görmek istemediğim şeyleri fener tutulmuş tavşan gibi görmeme yarıyor ve beni o körlükten çıkarıveriyor.

Herşeye rağmen mutluluğu seçebilmek ve görebilmek. İşte bu başlık biraz üzerinde çalışmak gerektiyor.

Her Arayan Bulamaz ‘’Hakikati, hakkı’’… Lakin Bulanlar da Arayanlardır elbet….

Haydi sıra sizde! Rast gelsin, kolayınıza gelsin. Herşeye rağmen kendinizi seçen olmanıza niyetle.

Herşeye Rağmen…” üzerine bir yorum

Bir Cevap Yazın

Aşağıya bilgilerinizi girin veya oturum açmak için bir simgeye tıklayın:

WordPress.com Logosu

WordPress.com hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Facebook fotoğrafı

Facebook hesabınızı kullanarak yorum yapıyorsunuz. Çıkış  Yap /  Değiştir )

Connecting to %s